Ellerim titriyor... Gözlerim kör oluyor
yavaş yavaş... Kendimi kontrol edemiyorum. Evet, uyuyamıyorum tahmin edildiği
gibi... Anlamsız bir incelik koparıyor beni yaşamdan. Yaşam tekrar sınava tabii
tutuyor, bakalım kendimle olan bu savaştan hangi ben mağlup çıkacak...
Paramparça bilinmezliğime yeni bir giriş bu. Her şeyiyle unuttuğum sandığım bu
kokudan hafızamda kalan tek şey geçici bir sarhoşluk verdiği... Yine sarhoş
oluyorum, çakır keyif hoşluğu anlaşılmayacak kadar çabuk geçti, şimdi sıra
rezil bir kramp da... Kasılıp kalma sürecindeyim... Sarılmak istedikçe
kollarıma, öpmek istedikçe dudaklarıma, içimde ne varsa söylemek istedikçe
dilime kramplar giriyor... Toz kokusunun tüm sayfalarına işlediği bu kitap yine
önümde, okumak istedikçe beynimi donduruyor...
Eskiden çok eskiden biri vardı bu kitabı bana okuyan. Ben o zaman bilmezdim
okumayı, o okudukça ben yazardım sadece. Böylesine bir iş bölümüydü bizim
hayatı paylaşmak dediğimiz şey... Okudukça ona minnettar kalır daha fazlasını
okuması için bana, ona yeni öyküler yazardım. Yazdıklarımı okurken ben yaşardım
kalemime düşen her kelimeyi... Omzuna yaslanıp uyurken o körüklü
otobüslerin arka koltuğunda, o bana yazacaklarımı anlatır bir de güzel oynardı
senaryoyu rüyalarımda kısacık kırk beş dakika bilemedin bir saat süren
uykumda... Uyanır son gördüğüm suretin karşımda olmasına şaşırırdım. Sonrası
malum bir lütuf deyip şükretme seansları yaratıcıyla. Ona öykülerimden başka
bir şey vermediğim için üzülür yaratıcımın bana gönderdiği bu armağanı mutsuz
ettiğimi zannederdim... Evet, en büyük günahı işliyordum aklımca. İçime
doğdurduğu güneşler, yağdırdığı yağmurlar, estirdiği rüzgârlardı benim
mevsimlerim, bir sarkaç gibi sallanır dururdum onun kendine çekim kuvvetiyle.
İçindeki karanlıktan içindeki fırtınalı denizden başka bir şey göstermezdi
bana. Bir zaman oldu daha da karardı gözleri bakamaz oldu ve ben onu göremez
oldum okuyamadı yazdıklarımı. Ben yazıp bana okuması için kıvranırken o bana
başka öyküler okumaya başladı. Önce bunları benim yazdığıma inandırmaya
çalıştı, cahilliğimden güvendiğimden daha da özel şeyler yazdım ona, onu mutlu
edebilmek umuduyla. O ısrarla okumadı. O başka öyküler anlattı bana, yazdıklarıma
inat onu mutsuzluktan kör bıçak haline getiren öyküler. Kör oldum, sağır
oldum, lal oldum...
Sonbahar oldum, kış oldum. O ise görmedi, duymadı, konuşmadı. Ne hüzünlendi
ne üşüdü karşımda. O başka baharda nezle olmuştu. Ellerim koptu yazamadım,
gözlerim yok oldu ağlayamadım, hiç bir şey söyleyemeden el bile sallayamadan
gönderdim onu. "azad et" dedi, onu azad etmenin tek yolu darağacından
geçiyordu, geçirdim ilmeği boynuma hiç düşünmeden. Varlığım ise onun
varılmasını engelleyen bir armağan ettim ona, o nasıl isterse deyip. İçim kör
bıçağın önünde öyküler yazdı kimse okumadı, kimse akan kanı görmedi, kimse
duymadı çığlıkları. O nefes al demeden alınmıyormuş, nefes almayınca hayat
aksak ritimlerde sürüyormuş. Bir kuyunun kenarında duruyor, aşağıya bakmaktan
korkuyorken "hayattaki tek tutunağım" dediğim eller itti beni o
kuyuya. Bu kuyuda zaman yok, ışık yok, hava yok, su yok. Düşerken ne varsa
yanımda çekip yanıma almak istedim hepsi reddetti. Hepsi dediğim zaten bir kaç
yazı bir de onları tek okuyanımdı.
Yalnızlık yapayalnızlık bu işte... Daha iyi bu nasıl tanımlanabilir ya da
yalnızlığın tanımı başka ne olabilir? Sık sık boğularak ölüyordum bu kuyuda ve
yine bu kuyu doğuruyordu beni... Kaç ben çıkardı benden burası, orası bilinmez.
Sesler duyuyordum, bu boğucu karanlık o sesleri de boğmayı başarıyordu her
seferinde. Bir gün avuçlarımda nefessiz kalmaya alışmış o hayatın aksak
ritimlerine göre dans eden bir garip ucube beliri verdi. Korkmayı bile
unutmuşken, beni korkutmayı başardı. Uzun zamandır burada olduğunu konuşmayalı
yıllar geçtiğini söyledi. Şimdi ise ortaya çıkışını kadere bağlaması şaşırttı
beni. Bu ıslak kırmızılık şimdi barış olsun istiyordu. Neyle savaşıyordum ki
neye küsmüştüm ki barış gelmeli olsun. Tanımadığımı iddia ettikçe o bana
geçmişteki öykülerimi okumaya başladı, ağladım ağladım ağladım. Ben ağladıkça o
daha da karardı, o karardıkça ben ağladım. Şimdi dedi yeni öyküler yazma
zamanı, kalk yerinden. Tıpkı eskiden olduğu gibi ben söyleyeceğim sen
yazacaksın. O öykülerimin üçüncü şahsıydı. Yazan, okuyan ikilisi iken o
yazdıran olarak üçüncü olmayı da kabul etmişti, ilk olması gerekirken. Bu
yazmadıkça küstürdüğüm hatta konuşmasına dahi izin vermediğim kalp bizzat benim
kalbimdi. Beraber ilk kez güneşin doğmasına izin verme kararı aldık. Gözleri
kamaştı, önce bir gözünü sonra diğerini açtı. Ve bu güneşin geçici olmadığın
inandırınca onu fırladı birden yerinden ve kendini ahengin içine salıverdi.
Küçük yaramaz bir çocuk oldu birden. Uzakta bir kayaya oturup onun koşmasını
sevinç çığlıklarını dinliyorum anne edasıyla ama kaygıdan uzak. Onun sevinciyle
büyüyor, onun isteklerine boyun eğen bir yetişkin oluyorum. Şu olgunluğun
tadına varmanın en güzel yanı onunla hala konuşabiliyor olmak.
Şimdi anlıyorum, yeni öyküler yazmanın
yolu eskileri hatırlamak. Şimdi o defterin başında ben ve kalbim o kuyudan çok
uzakta eskileri hatırlama gücü topluyoruz. Çünkü artık okumayı öğrensem de beni
okuyacak biri lazım varlığıma kovuşmak için...