11 Mart 2013 Pazartesi

Özgürlük Masalı



Ellerim titriyor... Gözlerim kör oluyor yavaş yavaş... Kendimi kontrol edemiyorum. Evet, uyuyamıyorum tahmin edildiği gibi... Anlamsız bir incelik koparıyor beni yaşamdan. Yaşam tekrar sınava tabii tutuyor, bakalım kendimle olan bu savaştan hangi ben mağlup çıkacak... Paramparça bilinmezliğime yeni bir giriş bu. Her şeyiyle unuttuğum sandığım bu kokudan hafızamda kalan tek şey geçici bir sarhoşluk verdiği... Yine sarhoş oluyorum, çakır keyif hoşluğu anlaşılmayacak kadar çabuk geçti, şimdi sıra rezil bir kramp da... Kasılıp kalma sürecindeyim... Sarılmak istedikçe kollarıma, öpmek istedikçe dudaklarıma, içimde ne varsa söylemek istedikçe dilime kramplar giriyor... Toz kokusunun tüm sayfalarına işlediği bu kitap yine önümde, okumak istedikçe beynimi donduruyor...

Eskiden çok eskiden biri vardı bu kitabı bana okuyan. Ben o zaman bilmezdim okumayı, o okudukça ben yazardım sadece. Böylesine bir iş bölümüydü bizim hayatı paylaşmak dediğimiz şey... Okudukça ona minnettar kalır daha fazlasını okuması için bana, ona yeni öyküler yazardım. Yazdıklarımı okurken ben yaşardım kalemime düşen her kelimeyi...  Omzuna yaslanıp uyurken o körüklü otobüslerin arka koltuğunda, o bana yazacaklarımı anlatır bir de güzel oynardı senaryoyu rüyalarımda kısacık kırk beş dakika bilemedin bir saat süren uykumda... Uyanır son gördüğüm suretin karşımda olmasına şaşırırdım. Sonrası malum bir lütuf deyip şükretme seansları yaratıcıyla. Ona öykülerimden başka bir şey vermediğim için üzülür yaratıcımın bana gönderdiği bu armağanı mutsuz ettiğimi zannederdim... Evet, en büyük günahı işliyordum aklımca. İçime doğdurduğu güneşler, yağdırdığı yağmurlar, estirdiği rüzgârlardı benim mevsimlerim, bir sarkaç gibi sallanır dururdum onun kendine çekim kuvvetiyle. İçindeki karanlıktan içindeki fırtınalı denizden başka bir şey göstermezdi bana. Bir zaman oldu daha da karardı gözleri bakamaz oldu ve ben onu göremez oldum okuyamadı yazdıklarımı. Ben yazıp bana okuması için kıvranırken o bana başka öyküler okumaya başladı. Önce bunları benim yazdığıma inandırmaya çalıştı, cahilliğimden güvendiğimden daha da özel şeyler yazdım ona, onu mutlu edebilmek umuduyla. O ısrarla okumadı. O başka öyküler anlattı bana, yazdıklarıma inat onu mutsuzluktan kör bıçak haline getiren öyküler. Kör oldum, sağır oldum,  lal oldum...
Sonbahar oldum, kış oldum. O ise görmedi, duymadı, konuşmadı. Ne hüzünlendi ne üşüdü karşımda. O başka baharda nezle olmuştu. Ellerim koptu yazamadım, gözlerim yok oldu ağlayamadım, hiç bir şey söyleyemeden el bile sallayamadan gönderdim onu. "azad et" dedi, onu azad etmenin tek yolu darağacından geçiyordu, geçirdim ilmeği boynuma hiç düşünmeden. Varlığım ise onun varılmasını engelleyen bir armağan ettim ona, o nasıl isterse deyip. İçim kör bıçağın önünde öyküler yazdı kimse okumadı, kimse akan kanı görmedi, kimse duymadı çığlıkları. O nefes al demeden alınmıyormuş, nefes almayınca hayat aksak ritimlerde sürüyormuş. Bir kuyunun kenarında duruyor, aşağıya bakmaktan korkuyorken "hayattaki tek tutunağım" dediğim eller itti beni o kuyuya. Bu kuyuda zaman yok, ışık yok, hava yok, su yok. Düşerken ne varsa yanımda çekip yanıma almak istedim hepsi reddetti. Hepsi dediğim zaten bir kaç yazı bir de onları tek okuyanımdı.
Yalnızlık yapayalnızlık bu işte... Daha iyi bu nasıl tanımlanabilir ya da yalnızlığın tanımı başka ne olabilir? Sık sık boğularak ölüyordum bu kuyuda ve yine bu kuyu doğuruyordu beni... Kaç ben çıkardı benden burası, orası bilinmez. Sesler duyuyordum, bu boğucu karanlık o sesleri de boğmayı başarıyordu her seferinde. Bir gün avuçlarımda nefessiz kalmaya alışmış o hayatın aksak ritimlerine göre dans eden bir garip ucube beliri verdi. Korkmayı bile unutmuşken, beni korkutmayı başardı. Uzun zamandır burada olduğunu konuşmayalı yıllar geçtiğini söyledi. Şimdi ise ortaya çıkışını kadere bağlaması şaşırttı beni. Bu ıslak kırmızılık şimdi barış olsun istiyordu. Neyle savaşıyordum ki neye küsmüştüm ki barış gelmeli olsun. Tanımadığımı iddia ettikçe o bana geçmişteki öykülerimi okumaya başladı, ağladım ağladım ağladım. Ben ağladıkça o daha da karardı, o karardıkça ben ağladım. Şimdi dedi yeni öyküler yazma zamanı, kalk yerinden. Tıpkı eskiden olduğu gibi ben söyleyeceğim sen yazacaksın. O öykülerimin üçüncü şahsıydı. Yazan, okuyan ikilisi iken o yazdıran olarak üçüncü olmayı da kabul etmişti, ilk olması gerekirken. Bu yazmadıkça küstürdüğüm hatta konuşmasına dahi izin vermediğim kalp bizzat benim kalbimdi. Beraber ilk kez güneşin doğmasına izin verme kararı aldık. Gözleri kamaştı, önce bir gözünü sonra diğerini açtı. Ve bu güneşin geçici olmadığın inandırınca onu fırladı birden yerinden ve kendini ahengin içine salıverdi. Küçük yaramaz bir çocuk oldu birden. Uzakta bir kayaya oturup onun koşmasını sevinç çığlıklarını dinliyorum anne edasıyla ama kaygıdan uzak. Onun sevinciyle büyüyor, onun isteklerine boyun eğen bir yetişkin oluyorum. Şu olgunluğun tadına varmanın en güzel yanı onunla hala konuşabiliyor olmak.
Şimdi anlıyorum, yeni öyküler yazmanın yolu eskileri hatırlamak. Şimdi o defterin başında ben ve kalbim o kuyudan çok uzakta eskileri hatırlama gücü topluyoruz. Çünkü artık okumayı öğrensem de beni okuyacak biri lazım varlığıma kovuşmak için...