22 Şubat 2013 Cuma

Mass Feedback



Bugüne kadar birçok iletişim doktrininde sürekli olarak “Kitle İletişimi”ne değinilmiş, kitleden gelen mesajlar sadece geri bildirim olarak görülmüş ve öyle ele alınmış. Kitle iletişim araçlarından gelen mesajlar hedef kitle tarafından yorumlanarak cevaplanmış ya da gelen mesajlara göre bir etki yaratılmış, yaratılması beklenmiş. Hatta bazı doktrinlerde kitlenin gönderilen her mesajı sorgulamaksızın kabul edeceğine inanılmış. Sanki hedef kitledeki toplum parçasının hiçbir üyesinin düşünme, yorumlama gücü yokmuş gibi yaklaşılmış.
Peki, iletişim uzmanlarının, profesörlerinin, hatta Frankfurt Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün bile gözden kaçırdığı bir gerçek varsa? Ya kitle düşünmeye, yorumlamaya başlarsa. Ya da çoktan başladıysa!
Burada bahsetmeye çalıştığım şey temelde hiçbir mesaj yok iken toplumun her bireyinin aynı anda mesaj göndermesi ve alıcı konumundan çıkıp her bireyin ayrı ayrı kaynak durumuna dönmesi. Yani kitle iletişimindeki klasik iletişim modellerinin tam tersi yönde çalışması. Tek bir kaynaktan çok hedefe giden mesaj yerine çok kaynaktan tek bir hedefe giden bir mesajdan bahsediyorum. Ve evet bir yerden sonra kaos ortamından…
Geçmişte Chicago’da işçilerin toplu grevi ve ardından Haymarket Meydanında toplanmaları Kitle iletişim bilimini oldukça geliştirdiği söylenir ki aslında asıl yaşanan kitlenin kaynak konumuna geçmesi ve hükümeti alıcı konumuna düşürerek toplu mesaj bombardımanında bulunmasıdır. Her isyanda, ayaklanmada bunu açık bir şekilde görebiliriz.
Bu durumun en belirgini yakın geçmişte Yunanistan’da peş peşe yaşanan ayaklanmalar. Polis bir genci vuruyor, genç yaşamını yitiriyor. Aslında topluma gönderilen bir mesaj söz konusu değildi, alıcı durumunda bile olmayan bir toplum bir anda polise ve hükümete karşı ardı arkası kesilmeyen mesajlar göndermeye başladılar. Benzer olaylar Türkiye’de de görüldüğü halde toplumun böylesine büyük bir cevap vermesinin gerçekleşmemiş olması Yunan Halkının da alıcı olmadığı izlenimini yansıtabilir.
Şahsen bir iletişim uzmanı bile değilim. Ancak sözde iletişim uzmanlarının, profesörlerinin biraz daha geniş düşünmeleri gerekmektedir. Dünya’da hiçbir hükümet, daha doğrusu kitle iletişim kaynakları böyle bir kitle mesajlarına hazırlıklı değil. Kaynaklarda tek yapılan bu durumun gerçekleşmemesi için uygulanan gündem değiştirme ve uyutma politikası.
Oktay Sinanoğlu’nun Büyük Uyanış kitabındaki gibi bir aydınlanma sürecinin olabileceği hiç düşünüldü mü acaba? Geçmişte kurtuluş yıllarında Türkiye’de yaşanmış bir durum, daha geçmişte ise Rönesans ve reform hareketleri ile Avrupa’da, iç savaş ile Amerika’da yaşanmış durumlar bu uyanışlar. Gerçi hemen hepsi bir şekilde bastırılmış, sindirme politikası uygulanmış.
İnanıyorum ki; gün gelecek toplum kitle iletişimini elindeki tek kitle iletişim aracı internet ile tersine kullanmayı öğrenecek.

Özgürlük mü?!



İletişim kuramları dersinde çok değerli bir hocamın söylemleri doğrultusunda tekrar düşündüğüm bir konuya ucundan hafifçe değinmek istiyorum. Özgürlük.
Çoğu zaman konuşulan bir konudur, özgürlük ve özgür olmak. Ve yine çoğu zaman birçok kişi özgür olmadığı, olamadığı ya da olamayacağı konusunda yakınır. Genel serzenişler çoğu kişide ortak. Elbette her şeyde olduğu gibi kapitalist dünyanın bir hediyesi olarak ekonomik sebepler temel oluyor. Materyalist kişilerde bu daha da belirgin gözleniyor. Her şeyin ucunu bir şekilde paraya dayandırabiliyorlar. Birazda öyle aslında ama tamamen değil! En klasik söz ise “kredi kartının limiti kadar özgürsün” olsa gerek
Ardından dini ve siyasi sebepler geliyor. Bunlarla birlikte tabi birde güzelim ülkem Türkiye için düşünce özgürlüğü konusu açılıyor. Zamanında suç sayılmış düşünmek. Düşündüklerini yazdıkları için yazarlarımız, şairlerimiz, aydınlarımız ceza almış, hapis yatmış. Özgürlüklerini kaybetmiş -mi acaba?- Yazdıklarından, yakılmaktan kurtulanlar ile her şeye ve herkese rağmen, bütün kurallara, yasalara rağmen, duvarlar, demir parmaklıklar, prangalar özgür olmalarını engelledi mi ki?
En muhafazakârlarda bile inanç daha geriden geliyor. Kapitalizm ve materyalizm öyle bir sarmış ki etrafımızı doğduğumuz andan beri bizi biz yapan, değerlerimize değer katan, davranışlarımıza, yaşama şeklimize bile yön veren, kısacası her şeyi kontrol eden inancımız bir nebze olsun geride kalıyor. Ara sıra tartışılıyor; süslü insanlar dünyasında reyting aracı olarak, bürokratlar tarafından seçim malzemesi olarak. Temcit pilavı gibi ısıtıla ısıtıla önümüze konuluyor inanç özgürlüğü. Şimdi de mecliste cem evi açılsın isteniyormuş. Nerede kaldı laiklik?! Bırakın cem evini bir mescit, camii olması bile yanlış geliyor bana. Git meclisin yakınına yap ibadethaneni. Niye meclisin içine açıyorsun ki!
Hadi açtın diyelim. Madem bu ülkede inanç özgürlüğü var -en azından yasalarda öyle yazıyor- o zaman bir Hristiyan ya da Yahudi de kalkıp kilise ve sinagog isteyebilir ve yapmak zorunda kalınır. Hadi onlar neyse; semavî olmayan dinlere mensup bir milletvekili de isterse?! İbadethane dolar ortalık, nefes almaya yer kalmaz. Çünkü inanç özgürlüğü var dedik bir kere. Dinler ise inancı içinizde yaşayın diyor. Gösteriş için kullanmayın. Eee… Peki bu ne oldu böyle?
Eğitim özgürlüğü var, ama okuldan siyasi görüşü nedeniyle atılanlar da var.
İnanç özgürlüğü var, ama aforozda var.
Düşünce özgürlüğü var, ama düşündüklerin için hapis yatmak da, canından olmak da var.
Peki, hiç duygudaşlık yaparak eleştirdik mi özgürlüğü? Pek sanmıyorum. En azından ben yapmamıştım, bugüne kadar. Kanun kitaplarından, cahil hâkim ve savcılardan korkmuyorsanız bir düşünün; yasalar, kurallar, diğer insanlar, el âlem ne der? Gibi suni engelleri bir kenara bırakın. Siz kendiniz, kendi içinizde özgür müsünüz?
Çoğu kişi kendi koyduğu kurallar ile kendi özgürlüğünü kısıtlıyor. Belki bilerek ve isteyerek kendisini korumak için, adeta toplumsal, sosyal hiyerarşiden korumak için bir duvar inşa ediyor. Ve kendi duvarları içinde yaşıyor, yazıyor, seviyor. Belki de hiç farkında bile olmadan, bilinçaltımızın bir oyununun sonucu kısıtlıyor kendini. İstem dışı, ne olduğunu, neden yaptığını, nereden geldiğini bilmeden. Hatta kendi engellerinin, duvarlarının bile farkına varmadan. Kişi kendi özgürlüğünü kendisi kısıtlıyor. Bilinci ya da bilinçaltı ile.
Demek istediğim şu; hiçbir yasa tarafından korunmayan, yasak olmayan bir olguyu sırf öyle düşündüğümüz için yapmıyoruz. Mesela şimdilerde, her ne kadar illegal yollarla verilen cezalar olsa da hiçbir yazar rahat rahat eleştiremiyor mevcut otoriteyi. Sebep? Eleştirdiği için ceza alan birkaç kişi yüzünden bilinçaltında taraf değiştiriyor. En sağlam yazarlar bile daha yumuşak bir üslup kullanmayı tercih ediyor. Belki bilerek, belki bilmeyerek ama durum bu.
Birileri kalkıyor, bunu bunu yapamazsınız diyor ve sonra herkes ona uyuyor. Sadece birileri de değil, toplumda destekliyor bu durumu ve sizde ister istemez içinde buluyorsunuz kendinizi, doğum ile birlikte başlıyor ve sonsuza dek uzanıyor bu gerçek anlamda özgür olmama, olamama durumu. Bunu yıkmayı başarabilenler ise bağımsızlıkları peşinde ölümüne koşmayı sürdürüyorlar. Genellikle de hakkını vererek mücadele edenler ise Atatürk oluyorlar.