3 Ağustos 2013 Cumartesi

Mâniye Mani Davulcular...


            Şüphesiz ki Ramazan ayının dini gereklilikleri haricinde birçok güzel yönü var. İnsanların bir arada aynı sofrada buluşması, yemeklerini paylaşması, komşuluk ilişkilerindeki gelişmeler-iyileşmeler, eş, dost, akraba ziyaretlerinin artması, hiç tanımadığınız insanlarla iftar çadırlarında ya da Ramazan etkinliklerinde bir araya gelmek, yeni dostluklar kurmak, insanî değerlerin artması… Hatta Psikiyatr-Prof. Dr. Nevzat Tarhan psikolojik olarak bile insanlar için iyi olduğunu söylemiş.
            Ancak Ramazan ayının kurumaya başlayan öyle bir güzelliği var ki eminim çok kişi özlemiştir. Ramazan Davulcuları…

            Osmanlı döneminde ortaya çıkan ve gelenekselleşen Ramazan Davulcuları, Mahya gibi diğer Müslüman ülkelerinde olmayan Türk geleneklerindendir. Ramazan Davulcusu sahur vaktinde mahallesinde sokak sokak dolaşarak insanları davul sesi ve mâniler ile uyandıran, eskiden pek bir güzel ve yararlı olup da şimdilerde maalesef zaman zaman sinir bozan, kavga çıkartan geleneklerimizden. Öyle ki rahatsız ediyor diye gelen şikâyetler üzerine Çankaya Belediyesi yasaklamış bile.

            Günümüzde kaybolmaya yüz tutan bu geleneğimizde mahalle sakinlerinin şikâyetleri kadar davulcularında payı var. Geleneğimize göre davul sesine mâni ile eşlek etmek gerek. Oysaki şimdiki zaman davulcuları aynı ritim ile davullarına tokmağı geçirerek, kendileri de geçip gidiyorlar. Ne bir mâni, ne bir nükte, ne de bir nâra duymak imkânsız gibi bir şey. Hatta araba, motosiklet üstünde hızla geçip giden davulcular bile var.

Hafif esprili bir dille yazılmış mâniler, nükteler belki insanların hoşuna gidecek ve bu şikâyetlerde azalacak. Böylece Ramazan Davulcusu geleneğimiz bir müddet daha yaşamını sürdürebilecek.

            Madem davulcuların büyük kısmı davulu öylesine çalıp, geçip gidiyor. Eh o zaman bahşiş istemeye geldiklerinde de verilecek cevabımız olsun. İyi de adamı terslesek, kapıyı açmasak hoş bir hareket olmayacak. Nasıl bir cevap olmalı ki bizi de davulcu arkadaşı da rencide etmeden gereken mesajı iletsin?

            “Mâniye mani olan davulcuya verilecek en güzel mesaj elbette yine mâni ile olur.” Dedim ve şunları yazdım;
Vurursun davula tok tok,
Belli ki karnın pek tok,
Bahşiş sana ne gerek,
Davulcunun manisi yok.

Vurursun tokmağı gelişi güzel,
Davulun sesi uzaktan güzel,
Sahura mani gerek,
Manili bahşiş daha güzel.

Davul ister mani,
İki söz etsen kâfi,
Bahşiş vermek isterim de,

Kulaklarım cebime mani.


13 Temmuz 2013 Cumartesi

PALALI: Sabri Çelebi



Benim "PALALI"m işini bilir...

Palalı,
pala ile bir adamı boğazından ve kulağından yaralıyor.
Bir kadını darp ediyor.

Polis "palalı"ya değil,
"palalı"ya müdahale etmek isteyenlere müdahale ediyor.

Palalı çok göze batınca "polise direnme" suçu ile mahkemeye çıkarılıyor.

Hakim "kaçmaz bu" diyor, serbest bırakıyor.
Savcı itiraz edince "yakalayın" deniyor.

Yakalayın denilince UYAP bozuluyor, polis "palalı"ya ulaşamıyor.
Palalı Fas'a gidiyor.

Fas'tan haber geliyor...

Palalı: "kaçmadım, 10 gün sonra dönerim. 1 aylık ceza için kaçmam" diyor.

-----

Kronolojik olarak bütün olay bu.
Sırayı bozan tek şey daha mahkemeyi yürüten hakim bile cezayı bilmez iken "palalı" cezayı çoktan öğrenmiş.


6 Haziran 2013 Perşembe

Otoriteye Direniş

Bazen bazı şeyler için çok geç olabilir hayatta. Kendinde sorgulama gereği duymayan insanlar çıkmaz  uç köşelerde, sokak, insanların yaktığı ateşte ısınmaya çalışırken yok olur. Ateşi elinde tutuyorsan yanmayı da göze almalıdır, kişi. Otoriteye direnmek böyle bir ateştir. Yeni bir başlangıçtır… Yanmalı ve yakmalı her şeyi. Nimetlerinden 2023 ve ötesine kadar faydalanma, sırada başkanlık sistemi var… Bu şehri ikiye ayırmalı… Gezi parkını ranta sunmalı. Hani birisi çıkıp dedi ya kışlalar cami. Demek ki şifre cami yani kıbleyi çevirdikleri nokta rant. Kapitalizm nimetlerinden faydalanma.
Ey otoritelerle problemi olanlar hem kendi içindeki, hem de sahte otoritelerle problemi olanlar ve Militer politize reaksiyon, direk veya endirekt otoriter baskılar emperyalizm her yerde gericilik ve artan ulusal baskıdır. Emperyalizm, her yere özgürlük değil, egemenliğini götüren finans kapitalin ve tekellerin çağıdır. Amaç toplumsal yaşamın ve insan düşüncesinin tek tipleştirdiği bugün yapılanlarda görülebilen gerçeklerdir.
Yalnız gericilik değil aynı zamanda şiddet eğilimidir. Barışçıl ve saldırgan olmayan bir iktidar düşünülemez. Meclisteki temsilciler, sendikalar, dernekler, burjuvalar, aristokrasi ve demokrasi havarilerinin ilericilikleri kapitalizmin bu aşamasında bitmiştir.
Kendi çıkarlarını toplum çıkarı gibi yuttururlar. Konsesyus oluştururlar. Adı da burjuva demokrasisi olur. Sonucunda yutturulan demokrasi oyununda halk zarar görür. Bunun önüne ancak devrimci, eğitimli sınıfı ile geçilir.
Kendi devrimini yapmadığı sürece sadece sermayenin başına bela olmak ile yetinilirse, devletin güçleri faili meçhul müdahalelerle, kanla, şiddetle eder.
Aydınlıkları yok edilerek, kültürel varlıkları emperyal yatırımlar, barajlar, santrallerle yok edilerek, koyun mantığında yaşamaya mecbur bırakılmaktadır. Psikolojik yollar üzerinden asimilasyona, soykırıma uğratılmak istenmektedir. Bu metot ile azınlık duruma bırakılma yaratılmaktadır.
Bu coğrafyaya kendinden menkul bir demokrasi anlayışı var. Sınıfsal ve siyasal yapısının gerçek bir demokrasiyi üretecek besleyecek aşamaya gelememiş olmasından, demokrasi adına yapıldığı söylenen Püris zaferleri, baskıcı bir örtülü darbe olarak ortaya çıkıyor.
Türkiye gibi demokrasinin yaşanmadığı bir ülkede halk iyisini bilir yaklaşımı tehlikeli bir tutumdur. Bu nedenle demokrasi adına ilginç çelişkiler ortaya çıkmaktadır, Şeriatçılarla, etnik politika yapanlara, olmayan ve gelişmeyen demokrasinin traji komik reaksiyonu camiiler kışla, minareler süngümüz söylemleri, demokrasi ile ne kadar örtüşüyor anlamak mümkün değil. Ne adına ileri demokrasi? Ya da bunun adımı demokrasi. Demokrasi temel hak ve özgürlüklere dayalı, çoğunluğun da bu temel hak ve özgürlüklere tecavüz edemeyeceği bir düzen ise, tarikat şeyhlerinin, aşiret reislerinin yönlendirmesi ile oluşan efendi köle ilişkisinin yarattığı, kendi kaderini tayin edemediği ve bir kişinin yönlendirmesi sonucu oluşan seçimler ne kadar demokratik oluyor. Anlamak mümkün değil. Demokrasi, iktidarların ellerindeki siyasal gücü ya da rejimi din ekseninde saptırmaz.
İktidar gerçekten demokrasiye inanıyor mu? Yoksa kapitalizmin nimetlerinden faydalanacağı, emperyalizme hizmette rüşvet gibi, kendi çıkarı için kullanması ne kadar demokrasi anlayışını götürür bilinmez. Demokrasi salt çoğunluğun rejimi diye algılanmamalı.
Demokrasi salt çoğunluk rejimi değil, temel hak ve özgürlüklerin korunduğu bir rejimdir; bunların başında tabi ki inanç gelir, tek bir inanca özgü demokrasi olamaz, bütün farklı inanç sahiplerine ve inançsızları devlet karşısında vatandaş karşısında eşit görmeyen rejime demokrasi denmez.
İşte sorunun nedenleri altında katıksız bir entelektüel felce uğrama vardır. Emperyalist güçlerin güdümünde olanların geldikleri kişisel durum itibariyle ilgili memnuniyetleri, ve bu yaşamlarına helal gelmemesi için, toplumun aklını kullanmaması için ellerinden geleni yapmaları, sadece onları itaat eden zümreler olarak görmeleri, toplumun açmazlarını görmek yerine, şartlanmış bir şekilde yol almaları, entelektüel olarak değerlendirdiğimiz insanların sadece bazı simgeler üzerinden mücadele etmek yerine, sosyal adaletin, kalkınmanın, insan aklının sonuna kadar kullanılması daha sağlıklı reaksiyonlardır.
İnsanımızın hayatını ve dünyada oluş amacını anlamlandırmaya çalışırken dini değil, diğer unsurları kullanmalıdır. Din ile toplumun değerlerinin bir arada bulunduğu ama kesinlikle ayrı olduğu bir toplum toplum ve yönetim anlayışı oluşturulmalıdır. Özel ve kamusal insan ilişkileri dinsel değerler, gelenekler ve kurumların dışında tartışmak ve yaşama geçirmek gerekir. Üst yapı, tembellik, aşksızlık, lümpenizm, küçük burjuva reaksiyonlar, miltarize edilmiş politik reaksiyonlar, egemen iktidar, otoriter yapılar ve son zamanlarda daha da belirginleşen kapital, ekonomik ilişkiler tarafından yönlendiriliyor; işte görünen hızlı deformasyon bu üst yapı ile alakalı, ama çok ağır devinen, değişirken yenilenen ama özünden çok fazla bir şey yitirmeyen, içinde yüzlerce, binlerce yıllık anlamlar yüklü plan bu coğrafyada kendi yaşam kaynaklarından ayrılmaksızın, başkalarına kul köle olmaksızın birlikte yaşayabilmenin olanaklarını sunacak olan, kültür ayırımlarını bilince taşıma hareketidir. Otoriter yapılara direniş...
Bugün her zamandakinden daha çok köle var...



Signature ID: 54491-190-473593C8B9FED40D433A385F74B038DA-11082010

NOT:
11.02.2010 tarihli dijital imza ile korunan bu metinin içeriği, güncel olaylar göz önüne alınarak değiştirilerek yeniden yayınlanmıştır.

30 Mayıs 2013 Perşembe

BERBER MEHMET EFENDİ

Uşaklı Osman Efendi bir sabah müthiş bir başağrısıyla uyanır. İlaç alır geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder. Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendi'nin başağrısı artarak sürer. Üstüne üstlük başağrısı yanısıra gözleri de yaşarmaya başlar. Başka doktorlar çağrılır...

Osman Efendi Uşak'ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaadeder. Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır, başağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendi'yi İstanbul'a götürmeye karar verirler.

İstanbul'da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır... Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir. Oysa dayanması gittikçe zorlaşan başağrısı ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir. Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür. O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zürih'e gidilir.Haftalarca hastanede kalınır, onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.
Osman Efendi'ye teşhis konulamaz. Artık yerinden kalkamayan Osman Efendi'ye ağrı kesici iğneler verilir, altmışlarını süren adamın ülkesine dönüp "dinlenmesi", daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir. Osman Efendi bitkin, aile perişan. "Kader" denilir, Uşak'a dönülür. Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.

Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendi'nin eski berberi "Berber Mehmet" çağrılır. Berber yataktan kalkamayan Osman Efendi'yi traş ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler. Berber Mehmet bir an düşünür.
"Beyim" der, "Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın? Bir bakar, "Hah işte" der. "Kıl dönmüş.Osman Efendi'nin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker. Ev halkı Osman Efendi'nin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya koşar. Berber Mehmet, Osman Efendi'nin elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir. Osman Efendi'nin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalar koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır.

Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir. Başağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz ızdıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet'i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.

Kıssadan hisse:
1. Berber Mehmet efendilerin fikirleri var, dinlemek gerek.
2. Bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olur.
3. Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir.

14 Mayıs 2013 Salı

Gerçek Doğuş: Rönesans



Rönesans, kelime olarak yeniden doğuş anlamına gelir ve bu terim 19.y.y. da kullanılmaya başlanmıştır. Bu Antik Çağ’ın hümanist düşüncesi ve formları bağlamında bir yeniden doğuştu. Akıl ve mantığın kullanılması ile Tanrı da dâhil olmak üzere her şey hakkında yorum yapmak yine Rönesans döneminde başlamıştır. Genel bir kanı ile söylemek gerekirse, Rönesans Avrupa'daki siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmeler sonucu başlayan bir süreçtir.
12.y.y. başlarında itibaren bazı düşünür ve edebiyatçılar, Ortaçağ zihniyetine karşı fikirleri savunmuşlardır. Antik Yunan ve Latin kültürünü esas alan önemli bir kısım düşünürler, Ortaçağ'ın katı kurallarına ve baskı politikalarına karşı durmuşlardır. Bu yüzden Rönesans'ı, Ortaçağ ile Yeniçağ arasında yaşanan bir geçiş süreci olarak görebiliriz. Ancak, Ortaçağ birden bire bitmediği gibi, Yeniçağ da ansızın başlamamıştır. Ayrıca Ortaçağ'ın bitmesi ve Yeniçağ’ın başlaması dünyanın farklı yerlerinde farklı zamanlarda gerçekleşmiştir. Geçişin ilk başladığı ülke olan İtalya'da "Petrarca Zamanı"nda, 14. yüzyılın ortalarında başlamıştır.
Rönesans döneminde yaşanan gelişmelerin her biri ayrı ayrı önemlidir. Ancak bu dönemi asıl önemli kılan Ortaçağ kurallarına ve politikalarına topyekûn bir başkaldırı olmasıdır. İnsan ırkının doğanın kurallarından bağımsız olamayacağı düşünüldüğünde, her neslin bir öncekinden daha güçlü olması ve sürekli bir gelişim göstermesi kaçınılmazdır. Bu durumda da yeni gelen her nesil bir öncekinin yaptıklarından, en azından bir kısmından hoştun olmaması doğaldır. Ancak Rönesans döneminde yaşanan bu hoşnutsuzluk hali öncekilerden daha sert bir başkaldırı şeklinde olmuştur. Rönesans muhtemelen dünya tarihinde yaşanan en kapsamlı ve büyük devrimdir.
Ortaçağ'da yaşanan yeniliklere karşı korku durumu, Rönesans'taki hoşgörü ortamında yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. İnsanlar sürekli yeni bir şeylere maruz kaldıklarından zamanla yeniliklere alışmaya başlamışlar ve yaşanan sorun ve hatalara rağmen yeniliklere karşı daha az güvensizlik duymaya başlamışlardır.
Yaşanan yenilikler (özellikle bilim alanında) çoğu zaman öyle büyük olmuştur ki o döneme Rönesans yerine "Yeni Bir Başlangıç" ya da "Gerçek Doğuş" demek daha doğru olur. Rönesans döneminde bilim alanında yapılan yeniliklerin her biri ayrı ayrı devrim niteliğindedir. Her türlü gelişimin temelinde bilim yer alır ve hiçbir şey bilgi kadar çağ açıcı olamayacağından, Ortaçağdaki ürkek kişilerin (başta kilise) neden bilimden korktukları açıkça ortaya konmaktadır.
Rönesans hümanist görüşün önem kazandığı ve insanın sınırlarının olmayışını keşfettiği bir dönemdir. Ortaçağdaki Hıristiyan egemenliğindeki anlayış yapısı, insanın değerini, öbür dünyaya hazırlanışı ile belirlemiştir. Aksine hümanistler insanı dünyadaki yaşamı ile değerlendirmişlerdir. Bütün bunlar insanın kendini keşfetmesine neden olmuştur.

3 Mayıs 2013 Cuma

Popstar Yarışmasıymış!..

Belli ki bu bir yarışma değil, bir televizyon programı. Televizyon yapımcısına para kazandıran, jüriye oturduğu yerden hem bilgelik, bilirkişilik, hem para kazandıran, televizyona da aldığı reyting ölçüsünde para kazandıran bir program.

Oysa başlangıçta ne çok şey umulmuştu. Müziğimiz yeni sesler, keşfedilmemiş yetenekler kazanacak, müzik dünyası canlanacak sanmıştık.

Reyting kaygısı olunca, Armağan Çağlayan gibi bir cazgır da bunu pekala sağlayınca işin rengi başka oldu. Tartışmalar üzerine kuruldu her şey.

Bugün bilmem kaçıncısı yapılan yarışmalardan akılda kalan bir star çıkmadı, çıkanları da hatırlayan yok. İçlerinde dişe dokunur bir tek Akademi Türkiye vardı, o da ikincisinde tutmadı.

Jürinin star adaylarına çocuğum diye hitap etmesi, soyadları yokmuş gibi yalnız isimleriyle ve basitleştirilmiş haliyle sunulmaları bir kere star yapmaya engel tutumlar.

Nerden ve nasıl hakettiğini asla anlayamayacağım "diva"lığıyla Bülent Ersoy, Türk Sanat Müziğinde ahkam kesiyor.

Kulaklar kirlenmiş, star adayları kötü sesler çıkarıyorlar. Buna rağmen aslında müziği pekala iyi bilen Orhan Gencebay, "gönül adamı" kimliğine zarar vermemek için herkese harika diyor.

Yarışmacı denyoların her hafta analarının, babalarının memleketlerine, komşu illerine ve zevzek belediye başkanlarına destek teşekkür ve selamları da onları ucuzlatıyor.
Sanatta akrabalık, hemşehrilik olur mu, torpil, adam kayırma burada geçmez diyecek bir kimse yok. Çünkü sms'ler de ayrı bir gelir kaynağı.

Sözün özü, memleketimde ve memleketimin televizyonlarında vıcık vıcık bayağılık yayılıyor. Ucuzluk, pespayelik, basitlik, günü kurtarma ve halkı uyutma sürüyor. Dibi nerde bunun, daha nereye kadar düşecek bilinmiyor.

İnsan Altın Mikrofon Yarışmalarını, Topluiğne Beste Yarışması'nı anımsıyor, müziğe kimleri ve hangi unutulmaz şarkıları kattı, bir de bugünkülere bakıyorsunuz, çıkış yolu bulunamıyor.

Ahh Banu Kırbağ, Esmeray, Ertan Anapa, Tülay Özer, Yeşim, Okyay, Gönül Turgut, Ayten Alpman, Sevingül Bahadır ve daha neler neler... Siz çok yaşayın e mi!..

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Rönesans Katili Kaplumbağa !


Geleceğimizin teminatı çocuklarımıza ne izlettiğimizi hiç düşünüyor muyuz?

Sadece çizgi film izlettiğimizde bile gerçekte ne oldukları hakkında, biraz olsun bizim bir bilgimiz var mı?

Para babaları, yapımcılar, sermaye mihrakları milyonlarca dolar harcayarak çektikleri çizgi filmleri sadece çocukların eğlencesi olsun diye mi yapıyorlar sanıyorsunuz?

Muhtemelen “Şirinler” isimli çizgi filmin İngilizce adının açılımının “kızıl bayrak altındaki sosyalist adamlar” anlamına geldiğini duymuşsunuzdur. Bunu ilk duyduğunuzda ne hissettiniz?

Yıllarca gelecek neslin beyninin kontrolüne sadece seyirci kalmaya devam mı ettiniz, yoksa bir şeyler değişti mi?

Şimdi Şirinlerin aslında o kadar da şirin olmadıklarını biliyorsunuzdur. Peki diğer çizgi filmlerden bahsedildi mi?!

Sermaye sahipleri halen sırf çocuklarınız için mi çalışıyorlar, yoksa daha bir çok subliminal mesaj içerikli yapımlar mevcut mu?

Ninja kaplumbağalar isimli çizgi filmde aynı şirinlerde olduğu gibi yıllardır çocukların beynine yanlış zerk edilen bir çeşit subliminal uygulamadır.

İlk baktığınız zaman gayet masumane duran bu çizgi filmde mutasyona uğramış 4 kaplumbağa kötülük ile savaşmaktadır, daha doğrusu kötüleri öldürmektedir. Hepsi de gayet iyi niyetli gözükürler. Ancak iyi bir amaçla da olsa ortada işlenen yeni bir suç vardır.

Toplumsal normlara değinmemek için bu kısmı geçelim,
ancak bir de işin diğer yönü var.


Çizgi filmdeki karakterlere unvan olarak verilen Ninja, eski Japon kültüründe kiralık katildir. Yani para için adam öldüren, bunun için çok iyi eğitilmiş kişilerdir.
Ninja kaplumbağalar isimli çizgi filmde ise karakterlere verilen isimler ve bunların yaptıkları düşünülürse ortadaki bağlantı açığa çıkmaktadır.

Leonardo Di Ser Piero Da Vinci (Leonardo Da Vinci)
Raffaello Sanzio
Michelangelo Buonarroti
Donato Di Niccolò Di Betto Bardi (Donatello)

İlgili çizgi filmde Ninja ünvanlı karakterlere verilen bu dört isim aslında Rönesans döneminin en önemli sanatçılarıdır.

Ancak şöyle ufak bir pürüz vardır:
hepsi de sanatlarını belli bir para karşılığı yapmaktaydılar!

Çizgi filmde kötülükle savaşan, kötü de olsa birilerini öldürerek, aslında kendileri de suç işyelen karakterlere verilen isimler ve bunların ninja ünvanları ile anılması, rönesans döneminin önde gelen isimlerine birer gönderme yapılmakta ve sermaye mihraklı yapımcılar tarafından o sanatçılar ve eserleri karalanmaktadır.

Kısaca bahsetmek gerekirse;
Rönesans’ın en önemli sanatçılarının isimlerini, yaptıkları eserlerden para aldıkları için, bir çizgi filmde ninja ünvanı ile birlikte kullanmak hem bu sanatçılara hem de eserlerine karşı yapılan büyük bir aşağılama ve hakarettir.

11 Mart 2013 Pazartesi

Özgürlük Masalı



Ellerim titriyor... Gözlerim kör oluyor yavaş yavaş... Kendimi kontrol edemiyorum. Evet, uyuyamıyorum tahmin edildiği gibi... Anlamsız bir incelik koparıyor beni yaşamdan. Yaşam tekrar sınava tabii tutuyor, bakalım kendimle olan bu savaştan hangi ben mağlup çıkacak... Paramparça bilinmezliğime yeni bir giriş bu. Her şeyiyle unuttuğum sandığım bu kokudan hafızamda kalan tek şey geçici bir sarhoşluk verdiği... Yine sarhoş oluyorum, çakır keyif hoşluğu anlaşılmayacak kadar çabuk geçti, şimdi sıra rezil bir kramp da... Kasılıp kalma sürecindeyim... Sarılmak istedikçe kollarıma, öpmek istedikçe dudaklarıma, içimde ne varsa söylemek istedikçe dilime kramplar giriyor... Toz kokusunun tüm sayfalarına işlediği bu kitap yine önümde, okumak istedikçe beynimi donduruyor...

Eskiden çok eskiden biri vardı bu kitabı bana okuyan. Ben o zaman bilmezdim okumayı, o okudukça ben yazardım sadece. Böylesine bir iş bölümüydü bizim hayatı paylaşmak dediğimiz şey... Okudukça ona minnettar kalır daha fazlasını okuması için bana, ona yeni öyküler yazardım. Yazdıklarımı okurken ben yaşardım kalemime düşen her kelimeyi...  Omzuna yaslanıp uyurken o körüklü otobüslerin arka koltuğunda, o bana yazacaklarımı anlatır bir de güzel oynardı senaryoyu rüyalarımda kısacık kırk beş dakika bilemedin bir saat süren uykumda... Uyanır son gördüğüm suretin karşımda olmasına şaşırırdım. Sonrası malum bir lütuf deyip şükretme seansları yaratıcıyla. Ona öykülerimden başka bir şey vermediğim için üzülür yaratıcımın bana gönderdiği bu armağanı mutsuz ettiğimi zannederdim... Evet, en büyük günahı işliyordum aklımca. İçime doğdurduğu güneşler, yağdırdığı yağmurlar, estirdiği rüzgârlardı benim mevsimlerim, bir sarkaç gibi sallanır dururdum onun kendine çekim kuvvetiyle. İçindeki karanlıktan içindeki fırtınalı denizden başka bir şey göstermezdi bana. Bir zaman oldu daha da karardı gözleri bakamaz oldu ve ben onu göremez oldum okuyamadı yazdıklarımı. Ben yazıp bana okuması için kıvranırken o bana başka öyküler okumaya başladı. Önce bunları benim yazdığıma inandırmaya çalıştı, cahilliğimden güvendiğimden daha da özel şeyler yazdım ona, onu mutlu edebilmek umuduyla. O ısrarla okumadı. O başka öyküler anlattı bana, yazdıklarıma inat onu mutsuzluktan kör bıçak haline getiren öyküler. Kör oldum, sağır oldum,  lal oldum...
Sonbahar oldum, kış oldum. O ise görmedi, duymadı, konuşmadı. Ne hüzünlendi ne üşüdü karşımda. O başka baharda nezle olmuştu. Ellerim koptu yazamadım, gözlerim yok oldu ağlayamadım, hiç bir şey söyleyemeden el bile sallayamadan gönderdim onu. "azad et" dedi, onu azad etmenin tek yolu darağacından geçiyordu, geçirdim ilmeği boynuma hiç düşünmeden. Varlığım ise onun varılmasını engelleyen bir armağan ettim ona, o nasıl isterse deyip. İçim kör bıçağın önünde öyküler yazdı kimse okumadı, kimse akan kanı görmedi, kimse duymadı çığlıkları. O nefes al demeden alınmıyormuş, nefes almayınca hayat aksak ritimlerde sürüyormuş. Bir kuyunun kenarında duruyor, aşağıya bakmaktan korkuyorken "hayattaki tek tutunağım" dediğim eller itti beni o kuyuya. Bu kuyuda zaman yok, ışık yok, hava yok, su yok. Düşerken ne varsa yanımda çekip yanıma almak istedim hepsi reddetti. Hepsi dediğim zaten bir kaç yazı bir de onları tek okuyanımdı.
Yalnızlık yapayalnızlık bu işte... Daha iyi bu nasıl tanımlanabilir ya da yalnızlığın tanımı başka ne olabilir? Sık sık boğularak ölüyordum bu kuyuda ve yine bu kuyu doğuruyordu beni... Kaç ben çıkardı benden burası, orası bilinmez. Sesler duyuyordum, bu boğucu karanlık o sesleri de boğmayı başarıyordu her seferinde. Bir gün avuçlarımda nefessiz kalmaya alışmış o hayatın aksak ritimlerine göre dans eden bir garip ucube beliri verdi. Korkmayı bile unutmuşken, beni korkutmayı başardı. Uzun zamandır burada olduğunu konuşmayalı yıllar geçtiğini söyledi. Şimdi ise ortaya çıkışını kadere bağlaması şaşırttı beni. Bu ıslak kırmızılık şimdi barış olsun istiyordu. Neyle savaşıyordum ki neye küsmüştüm ki barış gelmeli olsun. Tanımadığımı iddia ettikçe o bana geçmişteki öykülerimi okumaya başladı, ağladım ağladım ağladım. Ben ağladıkça o daha da karardı, o karardıkça ben ağladım. Şimdi dedi yeni öyküler yazma zamanı, kalk yerinden. Tıpkı eskiden olduğu gibi ben söyleyeceğim sen yazacaksın. O öykülerimin üçüncü şahsıydı. Yazan, okuyan ikilisi iken o yazdıran olarak üçüncü olmayı da kabul etmişti, ilk olması gerekirken. Bu yazmadıkça küstürdüğüm hatta konuşmasına dahi izin vermediğim kalp bizzat benim kalbimdi. Beraber ilk kez güneşin doğmasına izin verme kararı aldık. Gözleri kamaştı, önce bir gözünü sonra diğerini açtı. Ve bu güneşin geçici olmadığın inandırınca onu fırladı birden yerinden ve kendini ahengin içine salıverdi. Küçük yaramaz bir çocuk oldu birden. Uzakta bir kayaya oturup onun koşmasını sevinç çığlıklarını dinliyorum anne edasıyla ama kaygıdan uzak. Onun sevinciyle büyüyor, onun isteklerine boyun eğen bir yetişkin oluyorum. Şu olgunluğun tadına varmanın en güzel yanı onunla hala konuşabiliyor olmak.
Şimdi anlıyorum, yeni öyküler yazmanın yolu eskileri hatırlamak. Şimdi o defterin başında ben ve kalbim o kuyudan çok uzakta eskileri hatırlama gücü topluyoruz. Çünkü artık okumayı öğrensem de beni okuyacak biri lazım varlığıma kovuşmak için...

22 Şubat 2013 Cuma

Mass Feedback



Bugüne kadar birçok iletişim doktrininde sürekli olarak “Kitle İletişimi”ne değinilmiş, kitleden gelen mesajlar sadece geri bildirim olarak görülmüş ve öyle ele alınmış. Kitle iletişim araçlarından gelen mesajlar hedef kitle tarafından yorumlanarak cevaplanmış ya da gelen mesajlara göre bir etki yaratılmış, yaratılması beklenmiş. Hatta bazı doktrinlerde kitlenin gönderilen her mesajı sorgulamaksızın kabul edeceğine inanılmış. Sanki hedef kitledeki toplum parçasının hiçbir üyesinin düşünme, yorumlama gücü yokmuş gibi yaklaşılmış.
Peki, iletişim uzmanlarının, profesörlerinin, hatta Frankfurt Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün bile gözden kaçırdığı bir gerçek varsa? Ya kitle düşünmeye, yorumlamaya başlarsa. Ya da çoktan başladıysa!
Burada bahsetmeye çalıştığım şey temelde hiçbir mesaj yok iken toplumun her bireyinin aynı anda mesaj göndermesi ve alıcı konumundan çıkıp her bireyin ayrı ayrı kaynak durumuna dönmesi. Yani kitle iletişimindeki klasik iletişim modellerinin tam tersi yönde çalışması. Tek bir kaynaktan çok hedefe giden mesaj yerine çok kaynaktan tek bir hedefe giden bir mesajdan bahsediyorum. Ve evet bir yerden sonra kaos ortamından…
Geçmişte Chicago’da işçilerin toplu grevi ve ardından Haymarket Meydanında toplanmaları Kitle iletişim bilimini oldukça geliştirdiği söylenir ki aslında asıl yaşanan kitlenin kaynak konumuna geçmesi ve hükümeti alıcı konumuna düşürerek toplu mesaj bombardımanında bulunmasıdır. Her isyanda, ayaklanmada bunu açık bir şekilde görebiliriz.
Bu durumun en belirgini yakın geçmişte Yunanistan’da peş peşe yaşanan ayaklanmalar. Polis bir genci vuruyor, genç yaşamını yitiriyor. Aslında topluma gönderilen bir mesaj söz konusu değildi, alıcı durumunda bile olmayan bir toplum bir anda polise ve hükümete karşı ardı arkası kesilmeyen mesajlar göndermeye başladılar. Benzer olaylar Türkiye’de de görüldüğü halde toplumun böylesine büyük bir cevap vermesinin gerçekleşmemiş olması Yunan Halkının da alıcı olmadığı izlenimini yansıtabilir.
Şahsen bir iletişim uzmanı bile değilim. Ancak sözde iletişim uzmanlarının, profesörlerinin biraz daha geniş düşünmeleri gerekmektedir. Dünya’da hiçbir hükümet, daha doğrusu kitle iletişim kaynakları böyle bir kitle mesajlarına hazırlıklı değil. Kaynaklarda tek yapılan bu durumun gerçekleşmemesi için uygulanan gündem değiştirme ve uyutma politikası.
Oktay Sinanoğlu’nun Büyük Uyanış kitabındaki gibi bir aydınlanma sürecinin olabileceği hiç düşünüldü mü acaba? Geçmişte kurtuluş yıllarında Türkiye’de yaşanmış bir durum, daha geçmişte ise Rönesans ve reform hareketleri ile Avrupa’da, iç savaş ile Amerika’da yaşanmış durumlar bu uyanışlar. Gerçi hemen hepsi bir şekilde bastırılmış, sindirme politikası uygulanmış.
İnanıyorum ki; gün gelecek toplum kitle iletişimini elindeki tek kitle iletişim aracı internet ile tersine kullanmayı öğrenecek.

Özgürlük mü?!



İletişim kuramları dersinde çok değerli bir hocamın söylemleri doğrultusunda tekrar düşündüğüm bir konuya ucundan hafifçe değinmek istiyorum. Özgürlük.
Çoğu zaman konuşulan bir konudur, özgürlük ve özgür olmak. Ve yine çoğu zaman birçok kişi özgür olmadığı, olamadığı ya da olamayacağı konusunda yakınır. Genel serzenişler çoğu kişide ortak. Elbette her şeyde olduğu gibi kapitalist dünyanın bir hediyesi olarak ekonomik sebepler temel oluyor. Materyalist kişilerde bu daha da belirgin gözleniyor. Her şeyin ucunu bir şekilde paraya dayandırabiliyorlar. Birazda öyle aslında ama tamamen değil! En klasik söz ise “kredi kartının limiti kadar özgürsün” olsa gerek
Ardından dini ve siyasi sebepler geliyor. Bunlarla birlikte tabi birde güzelim ülkem Türkiye için düşünce özgürlüğü konusu açılıyor. Zamanında suç sayılmış düşünmek. Düşündüklerini yazdıkları için yazarlarımız, şairlerimiz, aydınlarımız ceza almış, hapis yatmış. Özgürlüklerini kaybetmiş -mi acaba?- Yazdıklarından, yakılmaktan kurtulanlar ile her şeye ve herkese rağmen, bütün kurallara, yasalara rağmen, duvarlar, demir parmaklıklar, prangalar özgür olmalarını engelledi mi ki?
En muhafazakârlarda bile inanç daha geriden geliyor. Kapitalizm ve materyalizm öyle bir sarmış ki etrafımızı doğduğumuz andan beri bizi biz yapan, değerlerimize değer katan, davranışlarımıza, yaşama şeklimize bile yön veren, kısacası her şeyi kontrol eden inancımız bir nebze olsun geride kalıyor. Ara sıra tartışılıyor; süslü insanlar dünyasında reyting aracı olarak, bürokratlar tarafından seçim malzemesi olarak. Temcit pilavı gibi ısıtıla ısıtıla önümüze konuluyor inanç özgürlüğü. Şimdi de mecliste cem evi açılsın isteniyormuş. Nerede kaldı laiklik?! Bırakın cem evini bir mescit, camii olması bile yanlış geliyor bana. Git meclisin yakınına yap ibadethaneni. Niye meclisin içine açıyorsun ki!
Hadi açtın diyelim. Madem bu ülkede inanç özgürlüğü var -en azından yasalarda öyle yazıyor- o zaman bir Hristiyan ya da Yahudi de kalkıp kilise ve sinagog isteyebilir ve yapmak zorunda kalınır. Hadi onlar neyse; semavî olmayan dinlere mensup bir milletvekili de isterse?! İbadethane dolar ortalık, nefes almaya yer kalmaz. Çünkü inanç özgürlüğü var dedik bir kere. Dinler ise inancı içinizde yaşayın diyor. Gösteriş için kullanmayın. Eee… Peki bu ne oldu böyle?
Eğitim özgürlüğü var, ama okuldan siyasi görüşü nedeniyle atılanlar da var.
İnanç özgürlüğü var, ama aforozda var.
Düşünce özgürlüğü var, ama düşündüklerin için hapis yatmak da, canından olmak da var.
Peki, hiç duygudaşlık yaparak eleştirdik mi özgürlüğü? Pek sanmıyorum. En azından ben yapmamıştım, bugüne kadar. Kanun kitaplarından, cahil hâkim ve savcılardan korkmuyorsanız bir düşünün; yasalar, kurallar, diğer insanlar, el âlem ne der? Gibi suni engelleri bir kenara bırakın. Siz kendiniz, kendi içinizde özgür müsünüz?
Çoğu kişi kendi koyduğu kurallar ile kendi özgürlüğünü kısıtlıyor. Belki bilerek ve isteyerek kendisini korumak için, adeta toplumsal, sosyal hiyerarşiden korumak için bir duvar inşa ediyor. Ve kendi duvarları içinde yaşıyor, yazıyor, seviyor. Belki de hiç farkında bile olmadan, bilinçaltımızın bir oyununun sonucu kısıtlıyor kendini. İstem dışı, ne olduğunu, neden yaptığını, nereden geldiğini bilmeden. Hatta kendi engellerinin, duvarlarının bile farkına varmadan. Kişi kendi özgürlüğünü kendisi kısıtlıyor. Bilinci ya da bilinçaltı ile.
Demek istediğim şu; hiçbir yasa tarafından korunmayan, yasak olmayan bir olguyu sırf öyle düşündüğümüz için yapmıyoruz. Mesela şimdilerde, her ne kadar illegal yollarla verilen cezalar olsa da hiçbir yazar rahat rahat eleştiremiyor mevcut otoriteyi. Sebep? Eleştirdiği için ceza alan birkaç kişi yüzünden bilinçaltında taraf değiştiriyor. En sağlam yazarlar bile daha yumuşak bir üslup kullanmayı tercih ediyor. Belki bilerek, belki bilmeyerek ama durum bu.
Birileri kalkıyor, bunu bunu yapamazsınız diyor ve sonra herkes ona uyuyor. Sadece birileri de değil, toplumda destekliyor bu durumu ve sizde ister istemez içinde buluyorsunuz kendinizi, doğum ile birlikte başlıyor ve sonsuza dek uzanıyor bu gerçek anlamda özgür olmama, olamama durumu. Bunu yıkmayı başarabilenler ise bağımsızlıkları peşinde ölümüne koşmayı sürdürüyorlar. Genellikle de hakkını vererek mücadele edenler ise Atatürk oluyorlar.

12 Ocak 2013 Cumartesi

İsterdim...


Kalkmışsın bir sabah, bilmediğin bir ev, kaybolan pantolonun, tanımadığın insanlar...
Bir sigara, boğazını jilet gibi kesen boş içki şişeleri, her şeyin açıklaması aynada gördüğün adam.
Başka biri eğlenmemiş, sadece dünyevi bir arzuya kapılmış, bulamadığın ceketini aslında sen asmışsın yağmurlara, giymişsin, duygusuz bir öpücük kondurmuşsun ve o kutudan çıkıp, arabana binip başka bir kutuya girmişsin.
Bazen çok düşünüyorum; sahte, duygusuz, amaçsız, yalnız olmaktansa çok ama çok aşık olmayı dilerdim.